hakan kalp aslı

ben içinde erkeklere karşı hep bir intikam duygusu besleyen, onlara çok inanmayan, onları  hormonları ile hareket eden sevgisiz varlıklar olarak gören o kızdım. her zaman kız arkadaşlarım tüm erkeklerden daha önemliydi. kendini bir adama çok kaptıran kadınları da pek anlamazdım. hatta onlara karşı çok sert davranırdım ve de kendilerini çok kötü hissettirirdim. çünkü aşka, sevgiye, ilişkilere sadece akılla bakıyordum. kalbiyle hareket etmenin ne olduğunu bilmiyordum. ben bir adamla tanıştım, sonra kalbime de seçme ve seçilme hakkı verdim. çünkü bu adama bildiğim hiçbir taktik formül işlemiyordu.

flört aşamamıza 'kaçan kovalanır' taktiği ile başladım önce. kaçtım, kaçtım, çok çok uzaklaştım. sonra baktım beni kovalayan yok. hatta kaçarken birkaç kere çok fena düştüm. bu adam kaçtığımı bile görmüyordu, "görmek istiyorsan gelirsin, konuşmak istiyorsan ararsın" mantığındaydı. yolu dümdüzdü. ben hep dönemeçlerle vakit kaybetmeye alıştığım için düz yoldan gitme fikri bile bana korkutucu geldi başta. "buluşalım mı" diye mail yazacağım mesela, gidip "iki insanın bir araya gelmesiyle ortaya çıkan şeyler" konulu makale yazıyorum adama. o bana sadece "ne zaman buluşalım" diye cevap veriyor, beni kısaltıyordu. ben hakan'la beraber ne istiyorsam onu söylemeyi öğrendim.  

ben sosyal asosyallerdenim ama hep bi triplerdeyim o zamanlar. sürekli bir gezmelerdeyim, şarap masalarında hep bir şuh kahkalar.. hep kendimden bahsediyorum ama. benden değerli hiçbir şey yok, konu benden bağımsızlaşınca sıkılıyorum mesela. yine başka bir yere dalıp ertesi gün ne giyeceğimi düşünüyorum. hayatımda "sen" kelimesi yok. hakan da tam tersi. biriyle konuşurken, onun hikayesinin kendini ilgilendiren kısımlarını sorgulamıyor. kişinin hikayesi ile ilgili sorular soruyor. içten ilgileniyor. ben hakan'la beraber insanlara soru sormayı onları dinlemeyi öğrendim. 

benim bir yatılı okul geçmişim var. yatılı okullar insana çok şey katar ama çok şey de alır. her şey ile kendin başetmek zorunda kalırsın. ama aslında onlarla başedemeyecek kadar küçüksündür. güçlenirsin ama bu güç bazen yanlış yere kas yapmak gibidir. çünkü o kası kullanmayı bilmezsin. bir de bütün bu içsel kaoslar yanında çok bariz şeyleri bilmezsin. sabah uyanınca üzerine hırka, ayağına çorap giymen gerektiği gibi küçük şeyleri... ben eskiden çok hasta olurdum ama bu hastalıkların da aslında sadece bi hırka ve çorapla geçeceğini bilmezdim. hakan'la beraber hırka ve çorap giymeyi öğrendim.

fransız dadılar tarafından büyütülmedim. ama beni fransız dadılar büyütmüşcesine oluşturduğum bir yemek yeme adabım vardı. yemek yerken dirsekler mutlaka masanın üzerinde durur, et yemeği olduğunda çatal bıçak mutlaka kullanılır. salata kaseleri ayrı olmalıdır ve herkes ortadaki salata yerine kendi küçük tabağındaki salatadan yemelidir... bir gün bir baktım hakan bayağı ortadaki salatayı kaşıkla yiyiyor. "böyle suyunu da rahatlıkla hüpletebiliyorsun." diyor. ben de salataya kaşığımla daldım. baktım ki öylesi çok daha eğlenceli. hakan'la beraber salatayı kaşıkla yemeği öğrendim.

hakan'la ilişkimiz ciddileşmiş. bi evlilik fikri var ikimizde de ama kimse tam olarak dillendirmiyor. ben o zaman çevrenin bilinçaltıma soktuğu şeylerden de yola çıkıp çok şahane bir evlilik teklifi bekliyorum hakan'dan. yemekli, sürprizli, viral film olabilecek kadar güzel "işte bana da böyle evlenme teklif edilir" dedirtecek bir teklif. sonra bir gün motorumuzla eve giderken hakan dönüp bana, "biz de evlensek mi" ya diyor. ne diyorum tam duymuyorum, "biz de evlensek mi" diyor. ve o gece hayatımızın en güzel gecelerinden birini yaşıyoruz. ikimiz de mutluluktan uyuyamıyoruz. sonra ben bu evlilik teklifini kafamdaki evlilik teklifine uymadığı için hakan'a tek taşlı romantik yemekli bir evlilik teklifi daha yaptırtıyorum. ama o ilki gibi olmuyor. ben hakan'la öğretilmiş senaryoların değil, kendi senaryonun seni gerçekten mutlu ettiğini öğrendim. bi de tek taşın aslında hiç umrumda olmadığını.

hakan da ben de uçakları sevmeyiz. bineriz ama sevmeyiz. ben bunu hep kompleks haline getirip kendimi sıkıp sıkıp bir şekilde uçağa biniyordum. yediremiyordum kendime çünkü, neden herkes biniyor da ben binemeyeyim hayır aslı sen de bineceksin diye kendimi hep zorluyordum. hakan ise bu yoksunluktan dolayı kendine çok güzel bir çıkış noktası bulmuştu. motor. hayallerinde uçakla bir yere gitmek yoktu ama motorla mısıra gitmek vardı mesela. o görmek istediğimiz ülkelere bir de yol hikayesi ekleyip gidebilmek vardı. ben hakan'la hayallerine bir gidiş yolunun mutlaka olduğunu öğrendim.

bu yüzden hakan boşu boşuna öğretmenler gününde doğmamış, bence herkesin ondan öğreneceği çok şey var. ondan her gün yeni şeyler öğrendiğim için de ben çok çok şanslıyım.




totaliter rejime giriş

biz korkağız. evet. eskiden beri kendimiz gibi olmayandan korkmaya programlandık. karşı taraftan hep kötülük bekledik. "eğer senin gibi değilse, sana kesin bir zarar verir" olgusu dayatıldı bize. o yüzden kutuplaşınca güvende hissettik kendimizi. ekvator çizgisinde beraberce muson ikliminde yaşamaktansa, kutuplarda donmayı tercih ettik. bunun nedeni de sadece güvensizlikti. amerika'lılar salaktır, çingeneler pistir, karadenizliler tehlikelidir, yunanlılar hırsızdır... hep başkasının oluşturduğu kalıpların arkasından yürümeyi tercih ettik. kendi kabımızı oluşturup onda su olamadık. buunduğumuz kabın şeklini alamadık. çünkü bizim gibi olmayan herkes tehlikeliydi. peki bunun aksi neydi? bizim gibi olanlar da bizim için güvenliydi. onlar ne yaparsa doğruydu. onlar haklıydı. onların ahlaki açıdan yaptığı yanlışlar görmezden gelinirdi. çünkü dediğim gibi onlar bizdendi. ve bizden olmaları yaptıkları bütün hataları görmezden gelmeye yeterdi. taciz mesela. tacizin kendisi kötü bir şeydir. onu yapanın kim olduğuna göre kötü ya da iyi olmaz. ama bu hükümet ile ahlak değerlerimiz o kadar değişti ki, doğru-yanlış kriterini belirleyen yapılan şey değil, onu kimin yaptığı oldu. adalet sistemi ahlak değerlerine bağlandı. ahlak değerleri de hükümete. ve şu anki en tehlikeli damarı da budur. ahlak değerlerinin değişmesi, totaliter rejimin sinyallerini verilir. bu sinyalleri görüp direksiyonu çevirmek ya da bile bile yola devam etmek... bu da artık bizim elimizde.



yeni trend: olduğun şey olmamak

biz kadınlar ne zaman bu kadar kendimizin dışına itildik ve kendimiz gibi olmamakla övünmeyi bu kadar normal bulduk bilmiyorum. trend'leri belirleyen bir grup psikopat yeni trend olarak "olduğun şey olmamak'ı" buldu ve hepimiz bu ilüzyonda kaybolmaya başladık.

mesela hamilelik. hamilelikte son trend, hamile gibi olmamak. "hamileliğinin belli olmaması, göbeğinin çıkmaması" iyi bir şey gibi algılanıyor. böyle bir şey olabilir mi? ya da böyle bir şey neden olur? hamileleğin doğasında kilo almak varken, hamileyken kilo almamak nası bir övünç haline gelir? "hamileliğimin 5. ayına kadar kimse hamile kaldığımı anlamadı oley" nasıl bir ego yoksunluğudur anlamıyorum. ama bunu yapan kadınları da suçlamıyorum. bunu trend yapan ve bilinçaltımıza sokan psikopatları suçluyorum.

mesela yaşlanmamak. yaşını göstermemek sanki bir beceri, sanki bir başarı, sanki bir sosyal sorumluluk yerine getirmek... ancak kadınlar hangi yaşta olursanız onu gösterin tadını çıkarın demek, dev bir sanayinin çökmesi demek. 100 mg'lık kremlere 500 TL verebilme eğilimimize bakarsak, bu trendi bize dayatanın ticari zekası yüksek ve kadın psikolojisini çok iyi çözmüş bir psikoticarist olduğunu anlayabiliriz. 

mesela üzülmek. evet üzülmek. üzgün olduğumuzu kapatmak için neden bu kadar sıkıntı çekiyoruz. öyle ideal bir dünya yaratıldı ki kimse kimseyi üzgün görmüyor. herkes kendi evinde üzülüyor. üzgün olanlar da (ki hemen hemen herkes), insanlar dışarıda çok mutlu ben neden bu kadar üzgünüm diye kendini bir kez daha dövüyor. insanın ruhu evi dağınık olsa da, salonunu hep toplu tutuyor. böylece misafir geldiğinde her şey yolunda gibi gözüküyor, diğer odalara alınmıyor...

oysa ki hayatta hamilelik kiloları kadınları çok güzel gösteriyor,
çizgiler kadınlara botoxtan daha çok yakışıyor,
üzülmek insana mutlu olmanın değerini gösteriyor.

kadınlara zaten her şey çok yakışıyor, 
ama gerçek olmak ve olduğu gibi görünmek daha da çok yakışıyor.

sürekli yaz mevsimi olsaydı,
güneş bahçeyi yakıp kavururdu. mevlana

 



İnsanlar ikiye ayrılır. Kalbinde bir fil oturan insanlar ve kalbinde bir kuş oturan insanlar.

Kalbinde fil oturan insanlar hayatın gerçekleri ile yüzleşmiş insanlardır. Onlar için hayat 'ojemin rengi ile ayakkabımın rengi tutmadı, bu benim için dünyanın sonu', 'erkek arkadaşım bana istediğimden daha az pırlantalı bir yüzük aldı', 'tweet'imi kimse rt etmedi' değildir. Onlar için hayat günlük hayat değildir. Başından itibaren sorgulanan, sorgulansa da anlaşılamayan bir hayattır. Kalbinde fil oturan insanlar yüzeysel olan insanlara hep eleştiriyle bakar gözükür. Aslında onları eleştirmezler, onlara bir yandan gıpta ederler. Çünkü olmak istedikleri aslında o kadar yüzeysel yaşayabilmektir. Gerçekliğe açılan pencereyi kapatabilmektir. Bunu hiçbir zaman yapamazlar. Kalplerindeki fil kendi içlerini yiyip daha da şişmanlar. Daha da yerleşir. O fil ile yaşamak ne kadar zorsa, etrafa karşı kalbinde bir kuş varmış gibi davranmak da bir  o kadar zordur. Kalpteki file korse giydirmektir. Kalplerinde fil olan insanlar her adımlarında çok düşünürler. Çünkü bir şey yapabilmek için kalplerindeki fili yerinden kaldırmak gerekir. Onlar için mutsuzluk olağandır.

Kalplerinde kuş olan insanlar, adı üzerinde kuş gibidir. Özgürdür. Kolay hareket eder. O kuş kişi nereye giderse onunla gelir. Yük olmaz. Mutluluk verir. Pırpır bir kalpleri vardır zaten. Düşünmezler. Bir daha yazıyorum, düşünmezler. Sadece hareket ederler. Düşünmemenin dünyadaki en lüks şey olduğunu bile bilmezler. Anda yaşarlar. Onlar için her şey rahattır. İçsesleri yoktur. Mutluluk olağandır.

Ve insanlardaki bu ikiye ayrılışın bir sonuç paragrafı yoktur. Bu iki ayrı insan tipi ayrı ayrı yaşamaya devam eder. Bu yüzden de yeryüzünde bir dünya yoktur, aslında iki dünya vardır.


Ben artık çirkinim incindim incinmekten, 
kalbimin içinde bir fili, 
Taşıyıp duruyorken gülümsemekten. /fatma şengil süzer