sihirli ayna geleceği, geçmişi, kimin güzel olduğunu gösteren değildir. benim için sihirli ayna varolanı değil, eksik olanı gösterendir. çünkü insanın her gün aynalara bakıp kendinde varolanları görmektense, eksik olanı görüp, onları tamamlamaya çalışması çok daha erdemlidir.
şu hayatta tek başına inzivada kalarak, sadece kendi sesinin yankısını duyarak hakikati keşfedemezsin. kendini ancak bir başka insanın aynasında tam olarak görebilirsin. o yüzden kendini kim olduğunu aynalarda arama. başkasının seninle konuşması, sana bakışı senin kendi aynan olsun. bir insanın hatta bir kedinin, bir köpeğin sana davranışlarıa bak. senden korkuyorlar mı, hemen yaklaşıyorlar mı, senin yanında rahatlar mı, sana istedikleri gibi davranabiliyorlar mı? bunlara bak ve kendini gerçek aynada gör.

'bir varmış, bir yokmuş' anektodları

'bir varmış, bir yokmuş'un peşinde koşan insanlar ne var olur, ne de yok olabilirler.

bir varmış, bir yokmuş'un en modern ve hızlı hali facebook'ta ilişki var, ilişkisi yok geçişi.

masalların bir varmış, bir yokmuş ile başlamasının nedeni hiçbir zamanda hiçbir yerde olmalarıdır. bir varmış, bir yokmuş aslında masallara inanmamak için bir uyarıdır.

'bir varmış, bir yokmuş' da insanla beraber büyür.

felsefedeki varlık ve yokluk tartışmaları belki de bir filozofa annesinin 'bir varmış, bir yokmuş' ile masal anlatmasıyla başlamıştır.

çağımızın weba'sı uykusuzluğun çözümü belki süt içmek değil, 'bir varmış, bir yokmuş'lu bir masal dinlemektir.

kimse 'bir varmış, bir yokmuş' için yeterince olgun değildir.

filozoflar varlık ve yokluk'u tartışırken uykularının gelmesi bir 'bir varmış-bir yokmuş' alışkanlığıdır.

insan bazen 'develerin tellal, cücelerin berber, dedesinin beşiğini tıngır mıngır sallandığı bir varmış, bir yokmuş dünyasında yaşamanın nasıl olacağını merak ediyor.

bana çok güvensizlik veriyorsunuz. size bir varmış, bir yokmuş diyebilir miyim?

bir masal yazsam sonuna bir varmış, bir yokmuş'u koyardım. sev, gez, izle, keşfet, itiraf et, haykır, bırak, varol, sen ol. çünkü bir varmış, bir yokmuş....

her güne bir varmış, bir yokmuş ile başla. her gün sana masal gibi gelsin.

ben bir varmış, bir yokmuş'un değil, sonunda gökten düşen üç elmanın peşindeyim.






#blogfırtınası

Millet her yerde blog challenge’ları yapıyor, yazmaya teşvik olsun diye, bizde tık yok. Onunçün ben de yabancı bir sitede bulduğum 30 günlük bir challenge’ı aldım, Türkçe’ye uyarladım. Şimdi biz de Deniz'le birlikte yapıcaz bunu.
Challenge yerine ne desek Türkçe’de? Bilemedim. Ödev diyelim.
Nedir yani? Şöyle bi şey:
31 gün. 31 ödev. Aralık ayı boyunca her gün bir yazı.
Katılmak isterseniz bekleriz, katılırsanız twitter’da hashtag’lemeyi (#blogfırtınası) unutmayın ki takip edebilelim. Hatta bu yazıya link verirseniz, burada da birikir pingleriniz, güzel olur, hem belki başkaları da katılır, hep beraber birbirimizi gaza getiririz. İnternet mimi gibi bir şey aslında işte. Haaa hangi günün ödevini yapıyor olduğunuzu da belirtin tabii yazının bir yerinde bence.
Ödevler şöyle:
Gün 1. Yazınıza “Bir varmış, bir yokmuş” ile başlayın.
Gün 2. Herhangi bir kitabın, herhangi bir sayfasını açın ve bir satır seçin. O satırla yazıya başlayın, gerisi sizden…
Gün 3. Dünyada istediğiniz bir yere gidebilecek olsanız nereyi seçerdiniz, düşünün. Oradaki deneyiminizi yazın.
Gün 4. Kafanızdan bir karakter atın ve onun hikayesini yazın.
Gün 5. Bir rüyanızı veya kabusunuzu hikaye şeklinde yazın.
Gün 6. “Mutfakta penceremin önünde duruyorum…” Başlangıç cümlesi bu, gerisi serbest.
Gün 7. En sevdiğiniz mevsimi yazınızda okuyuculara da yaşatın.
Gün 8. En sevdiğiniz şarkıyı alın, ismi ve sözleri yazınıza ilham olsun.
Gün 9. Bir kafedesiniz, başınızı kaldırdınız ki kimi göresiniz! “Kimi” kısmı size kalmış, buyrun yazıda anlatın.
Gün 10. Eskiden yazdığınız bir şeyi bulun. Girişini tekrar yazıp ona yepyeni bir ton verin.
Gün 11. İlk işiniz hakkında yazın.
Gün 12. Sevdiğiniz birini bir karaktere çevirin ve onun hakkında yazın.
Gün 13. Hep hayalini kurduğunuz evde yaşıyor olsanız nasıl bir şey olurdu onu yazın.
Gün 14. “Fırtınalı ve karanlık bir geceydi…” Yazıya bununla başlıyoruz, sonra neler oluyor bakıyoruz.
Gün 15. İyi ya da kötü, herhangi bir çocukluk anınıza yeniden hayat verin, bugünkü içgörülerinizle tekrar bakın.
Gün 16. Son yediğiniz yemeği tüm detaylarıyla anlatın, ağzımız sulansın.
Gün 17. Bugüne kadar yaptığınız en güzel tatili yarattığınız bir karakter yaşamış gibi anlatın.
Gün 18. En sevdiğiniz kitabın adı yazınıza ilham versin.
Gün 19. Çocukkenki halinizi hikayenizdeki bir karakter olarak anlatın.
Gün 20. Burcunuzun özellikleriyle bir karakter veya bir dünya yaratın.
Gün 21. Dışarı çıkın ve dışarıda gördükleriniz hakkında yazın.
Gün 22. Geçmiş hayatınızda biriymişsiniz. Kimmişsiniz? Ne yaparmışsınız?
Gün 23. En sevdiğiniz kurgu karakterin günlüğüne yazdığı bir yazıyı yazın.
Gün 24. Bir gemi veya araba yolculuğundasınız, sizden yaşamak isteyeceğiniz yol hikayesini bekliyoruz.
Gün 25. Su temasına dair aklınıza geleni yazın.
Gün 26. Geleceği hayal ettiğinizde ne görüyorsunuz? Bilim-kurgudan bahsediyoruz, evet!
Gün 27. En sevdiğiniz peri masalına yeni bir son yazın.
Gün 28. Şu an olduğunuz kişiyi bir hikayedeki bir karaktere çevirin.
Gün 29. Ne yazarsanız yazın, sonu bitmemiş olsun, “devamı gelecek” hissi uyandırsın.
Gün 30. İlham perinize bir mektup yazın.
Gün 31. Konumuz yeni yıl. Yeni yıldan beklentileriniz, yeni yıl kararlarınız ya da aklınıza ne gelirse…

hakan kalp aslı

ben içinde erkeklere karşı hep bir intikam duygusu besleyen, onlara çok inanmayan, onları  hormonları ile hareket eden sevgisiz varlıklar olarak gören o kızdım. her zaman kız arkadaşlarım tüm erkeklerden daha önemliydi. kendini bir adama çok kaptıran kadınları da pek anlamazdım. hatta onlara karşı çok sert davranırdım ve de kendilerini çok kötü hissettirirdim. çünkü aşka, sevgiye, ilişkilere sadece akılla bakıyordum. kalbiyle hareket etmenin ne olduğunu bilmiyordum. ben bir adamla tanıştım, sonra kalbime de seçme ve seçilme hakkı verdim. çünkü bu adama bildiğim hiçbir taktik formül işlemiyordu.

flört aşamamıza 'kaçan kovalanır' taktiği ile başladım önce. kaçtım, kaçtım, çok çok uzaklaştım. sonra baktım beni kovalayan yok. hatta kaçarken birkaç kere çok fena düştüm. bu adam kaçtığımı bile görmüyordu, "görmek istiyorsan gelirsin, konuşmak istiyorsan ararsın" mantığındaydı. yolu dümdüzdü. ben hep dönemeçlerle vakit kaybetmeye alıştığım için düz yoldan gitme fikri bile bana korkutucu geldi başta. "buluşalım mı" diye mail yazacağım mesela, gidip "iki insanın bir araya gelmesiyle ortaya çıkan şeyler" konulu makale yazıyorum adama. o bana sadece "ne zaman buluşalım" diye cevap veriyor, beni kısaltıyordu. ben hakan'la beraber ne istiyorsam onu söylemeyi öğrendim.  

ben sosyal asosyallerdenim ama hep bi triplerdeyim o zamanlar. sürekli bir gezmelerdeyim, şarap masalarında hep bir şuh kahkalar.. hep kendimden bahsediyorum ama. benden değerli hiçbir şey yok, konu benden bağımsızlaşınca sıkılıyorum mesela. yine başka bir yere dalıp ertesi gün ne giyeceğimi düşünüyorum. hayatımda "sen" kelimesi yok. hakan da tam tersi. biriyle konuşurken, onun hikayesinin kendini ilgilendiren kısımlarını sorgulamıyor. kişinin hikayesi ile ilgili sorular soruyor. içten ilgileniyor. ben hakan'la beraber insanlara soru sormayı onları dinlemeyi öğrendim. 

benim bir yatılı okul geçmişim var. yatılı okullar insana çok şey katar ama çok şey de alır. her şey ile kendin başetmek zorunda kalırsın. ama aslında onlarla başedemeyecek kadar küçüksündür. güçlenirsin ama bu güç bazen yanlış yere kas yapmak gibidir. çünkü o kası kullanmayı bilmezsin. bir de bütün bu içsel kaoslar yanında çok bariz şeyleri bilmezsin. sabah uyanınca üzerine hırka, ayağına çorap giymen gerektiği gibi küçük şeyleri... ben eskiden çok hasta olurdum ama bu hastalıkların da aslında sadece bi hırka ve çorapla geçeceğini bilmezdim. hakan'la beraber hırka ve çorap giymeyi öğrendim.

fransız dadılar tarafından büyütülmedim. ama beni fransız dadılar büyütmüşcesine oluşturduğum bir yemek yeme adabım vardı. yemek yerken dirsekler mutlaka masanın üzerinde durur, et yemeği olduğunda çatal bıçak mutlaka kullanılır. salata kaseleri ayrı olmalıdır ve herkes ortadaki salata yerine kendi küçük tabağındaki salatadan yemelidir... bir gün bir baktım hakan bayağı ortadaki salatayı kaşıkla yiyiyor. "böyle suyunu da rahatlıkla hüpletebiliyorsun." diyor. ben de salataya kaşığımla daldım. baktım ki öylesi çok daha eğlenceli. hakan'la beraber salatayı kaşıkla yemeği öğrendim.

hakan'la ilişkimiz ciddileşmiş. bi evlilik fikri var ikimizde de ama kimse tam olarak dillendirmiyor. ben o zaman çevrenin bilinçaltıma soktuğu şeylerden de yola çıkıp çok şahane bir evlilik teklifi bekliyorum hakan'dan. yemekli, sürprizli, viral film olabilecek kadar güzel "işte bana da böyle evlenme teklif edilir" dedirtecek bir teklif. sonra bir gün motorumuzla eve giderken hakan dönüp bana, "biz de evlensek mi" ya diyor. ne diyorum tam duymuyorum, "biz de evlensek mi" diyor. ve o gece hayatımızın en güzel gecelerinden birini yaşıyoruz. ikimiz de mutluluktan uyuyamıyoruz. sonra ben bu evlilik teklifini kafamdaki evlilik teklifine uymadığı için hakan'a tek taşlı romantik yemekli bir evlilik teklifi daha yaptırtıyorum. ama o ilki gibi olmuyor. ben hakan'la öğretilmiş senaryoların değil, kendi senaryonun seni gerçekten mutlu ettiğini öğrendim. bi de tek taşın aslında hiç umrumda olmadığını.

hakan da ben de uçakları sevmeyiz. bineriz ama sevmeyiz. ben bunu hep kompleks haline getirip kendimi sıkıp sıkıp bir şekilde uçağa biniyordum. yediremiyordum kendime çünkü, neden herkes biniyor da ben binemeyeyim hayır aslı sen de bineceksin diye kendimi hep zorluyordum. hakan ise bu yoksunluktan dolayı kendine çok güzel bir çıkış noktası bulmuştu. motor. hayallerinde uçakla bir yere gitmek yoktu ama motorla mısıra gitmek vardı mesela. o görmek istediğimiz ülkelere bir de yol hikayesi ekleyip gidebilmek vardı. ben hakan'la hayallerine bir gidiş yolunun mutlaka olduğunu öğrendim.

bu yüzden hakan boşu boşuna öğretmenler gününde doğmamış, bence herkesin ondan öğreneceği çok şey var. ondan her gün yeni şeyler öğrendiğim için de ben çok çok şanslıyım.




totaliter rejime giriş

biz korkağız. evet. eskiden beri kendimiz gibi olmayandan korkmaya programlandık. karşı taraftan hep kötülük bekledik. "eğer senin gibi değilse, sana kesin bir zarar verir" olgusu dayatıldı bize. o yüzden kutuplaşınca güvende hissettik kendimizi. ekvator çizgisinde beraberce muson ikliminde yaşamaktansa, kutuplarda donmayı tercih ettik. bunun nedeni de sadece güvensizlikti. amerika'lılar salaktır, çingeneler pistir, karadenizliler tehlikelidir, yunanlılar hırsızdır... hep başkasının oluşturduğu kalıpların arkasından yürümeyi tercih ettik. kendi kabımızı oluşturup onda su olamadık. buunduğumuz kabın şeklini alamadık. çünkü bizim gibi olmayan herkes tehlikeliydi. peki bunun aksi neydi? bizim gibi olanlar da bizim için güvenliydi. onlar ne yaparsa doğruydu. onlar haklıydı. onların ahlaki açıdan yaptığı yanlışlar görmezden gelinirdi. çünkü dediğim gibi onlar bizdendi. ve bizden olmaları yaptıkları bütün hataları görmezden gelmeye yeterdi. taciz mesela. tacizin kendisi kötü bir şeydir. onu yapanın kim olduğuna göre kötü ya da iyi olmaz. ama bu hükümet ile ahlak değerlerimiz o kadar değişti ki, doğru-yanlış kriterini belirleyen yapılan şey değil, onu kimin yaptığı oldu. adalet sistemi ahlak değerlerine bağlandı. ahlak değerleri de hükümete. ve şu anki en tehlikeli damarı da budur. ahlak değerlerinin değişmesi, totaliter rejimin sinyallerini verilir. bu sinyalleri görüp direksiyonu çevirmek ya da bile bile yola devam etmek... bu da artık bizim elimizde.



yeni trend: olduğun şey olmamak

biz kadınlar ne zaman bu kadar kendimizin dışına itildik ve kendimiz gibi olmamakla övünmeyi bu kadar normal bulduk bilmiyorum. trend'leri belirleyen bir grup psikopat yeni trend olarak "olduğun şey olmamak'ı" buldu ve hepimiz bu ilüzyonda kaybolmaya başladık.

mesela hamilelik. hamilelikte son trend, hamile gibi olmamak. "hamileliğinin belli olmaması, göbeğinin çıkmaması" iyi bir şey gibi algılanıyor. böyle bir şey olabilir mi? ya da böyle bir şey neden olur? hamileleğin doğasında kilo almak varken, hamileyken kilo almamak nası bir övünç haline gelir? "hamileliğimin 5. ayına kadar kimse hamile kaldığımı anlamadı oley" nasıl bir ego yoksunluğudur anlamıyorum. ama bunu yapan kadınları da suçlamıyorum. bunu trend yapan ve bilinçaltımıza sokan psikopatları suçluyorum.

mesela yaşlanmamak. yaşını göstermemek sanki bir beceri, sanki bir başarı, sanki bir sosyal sorumluluk yerine getirmek... ancak kadınlar hangi yaşta olursanız onu gösterin tadını çıkarın demek, dev bir sanayinin çökmesi demek. 100 mg'lık kremlere 500 TL verebilme eğilimimize bakarsak, bu trendi bize dayatanın ticari zekası yüksek ve kadın psikolojisini çok iyi çözmüş bir psikoticarist olduğunu anlayabiliriz. 

mesela üzülmek. evet üzülmek. üzgün olduğumuzu kapatmak için neden bu kadar sıkıntı çekiyoruz. öyle ideal bir dünya yaratıldı ki kimse kimseyi üzgün görmüyor. herkes kendi evinde üzülüyor. üzgün olanlar da (ki hemen hemen herkes), insanlar dışarıda çok mutlu ben neden bu kadar üzgünüm diye kendini bir kez daha dövüyor. insanın ruhu evi dağınık olsa da, salonunu hep toplu tutuyor. böylece misafir geldiğinde her şey yolunda gibi gözüküyor, diğer odalara alınmıyor...

oysa ki hayatta hamilelik kiloları kadınları çok güzel gösteriyor,
çizgiler kadınlara botoxtan daha çok yakışıyor,
üzülmek insana mutlu olmanın değerini gösteriyor.

kadınlara zaten her şey çok yakışıyor, 
ama gerçek olmak ve olduğu gibi görünmek daha da çok yakışıyor.

sürekli yaz mevsimi olsaydı,
güneş bahçeyi yakıp kavururdu. mevlana