tek uzun hikayem (aslı soylu'ya ithaf edilmiştir...)

Dün “gece” yine uyandırdı beni. Oysa yatmadan her şeyi izole etmiştim. Bütün pencereleri ve kapıları kapamıştım. Kedime pasiflorasını vermiş, siyah kadife perdelerimi çekmiştim. Ama saat 3 oldu. Ve ben yine uyandım. Yeni bir güne uyanmadım. Geceye uyandım. Gece beni uyandırdı. Gece ile beraber uyandım. Gözlerimi kapadım. Yine uyumaya çalıştım ve uyuyamadım. Kalktım bir sigara yaktım. Keşke bedenim uykudan vazgeçtiği kadar kolaylıkla, sigaradan da vazgeçseydi.

Gece uyanığıydım yine. Her şey aynılığıyla gözümü tırmalıyordu. Mor koltuklar, kaymış bir yer yatağı, yere damlamış yağlı boyalar… Yeteneksizlik ile boyanmış tuvaller. Tuvallerde de eksik olan ilham perisi. Hepsi gözüme batıyordu. Bir şeye odaklanmadan, odadaki her şeyi odaklanmışcasına görebilmek ile lanetlenmiştim ben. Ya da kendimi lanetlemiştim. Gözlerimi uyumamaya kapadım. Bu arada sigaramı söndürdüm. Yanmaya devam etse de bir faciaya kurban gitmezdim. Perdeler tutuşmazdı. Çünkü uyumazdım. Hayal etmeye başladım. Hayatta elde edemediğim her şeyi hayallerimde hapsettim. İstediğimi yaptırdım bütün beni sevmeyen erkeklere. Hepsi bana hayran hayran baktı. Şuh bir kahkaha atmak istedim. Hayalimde bile atamadım. Onlar bana hayalimde hayran oldu. Ama ben ancak hayallerinde bunları yaptıran bir “ben”e hayran olamadım. Kalktım oturdum. Sıcak süt, papatya çayı falan içmeyi düşüdüm. İçmedim. Üşendim. Salona gittim. Beynimi uyuşturmaları için magazin programlarını izledim. Bir güzel uykuya daldım. Rüya görmedim. Uyandım. Sabah yedi olmuştu. Başım çok ağrıyordu. Ama korkunç ağrımıyordu. Çünkü bir şeyin korkunç olması için onunla her gün karşılaşmamak gerekir. Oysa bu ağrı benim bir parçamdı. Ve benden olan her parçayı kucaklamak tam bana göreydi. Ağrılarımla uykusuzluğumu kucakladım. Ellerimi ve yüzümü yıkamak üzere banyoya gittim. Banyoya girdiğim saniye ayağımın altındaki halı kaydı. Düştüm. Bileğim kırılsa çok havalı olabilirdi. Bileğimi kıramadım. İşe gitmek zorundaydım.

Aynaya baktım. Gerçekleri acımasızca suratıma söyleyen aynaya baktım. Aynadaki ben olmamak için yalvardım. Ama oydum. Kaçışım yoktu. Ve ben onunla sonuna kadar savaşmak zorundaydım. Hemen üzerine kapatıcılarımı saldım. Göz çevremi büyük bir özenle kapadılar. İyileştirmediler. Çünkü zaten uykular asla iyileşemez. Üzerini kapadılar. Gözlerimin anlamsız bakışlarının üzerine kalem darbeleri vurdum. Hemen kendilerine geldiler. Kirpiklerimi rimelle daha öteye sürdüm. Neredeyse yüzümle aynı renk olan dudaklarıma da kırmızı kalem ile daha büyük bir sınır çizdim. Alanlarımı genişlettim. Onları fethettim. Bütün silahlarımla doğal güzellikle alay ettim. Artık hazırdım. Aynadaki bana (?) baktım. Yapmacık, uzak olduğumu söylemedim ona. Sadece güzel olduğumu söyledim. İnandı. İnandım. Artık üzerime ne istersem giyebilirdim. Çünkü makyaj yaptığımda bütün giysiler bana yakışırdı. Yeşil bir elbise seçtim. Cillop gibi oldum. Anahtarlarımı alıp evden çıktım. Otobüse doğru yürürken, bakabildiğim bütün mağazaların aynalarının yansımalarında kendime baktım. Çok güzeldim. Çok mutluydum. Otobüsüm yine beni durakta bir saat bekletti ama ona hiç kızmadım. Otobüsüme bindim. Her sabah karşılaştığım otobüs insanlarımla yeniden karşılaştım. Güzel kızlar beni süzdü. Teyzeler bacaklarıma “Edepsiz” dercesine baktı. Amcalar, dedeler, babalar da tabi ki yüzüme değil de bacaklarıma baktı. Ben hiç rahatsız olmadım. Çünkü onlar bana baktıkça ben kendime daha çok güveniyordum. Onlar beni ayıpladıkça, ben daha da arsız oluyordum. Utanma duygumu çoktan kaybetmiştim. Bana şaşırma duygusunu bir eliyle veren hayat da diğer eliyle onu benden geri almıştı.

Ben bütün bu umursamazlık duyguları ile kendimi oyalarken onu gördüm. Yok. O olmazdı. Onunla buluşmak onu görmek bu kadar da basit olmamalıydı. Rastlantı bana bunu şu an yapmamalıydı. Hazır değildim. Daha onunla hangi kimliğimle konuşacağımı bile bilmiyordum. Neyi sevdiğini, neyi sevmediğini bilmiyordum. Nasıl bir beni beğeneceğini bilmiyordum. Ve korktuğum yavaş yavaş oluyordu. Yanıma doğru yaklaşıyordu. Yapabileceğim bir şey yoktu. En yapmacık gülümsememi oturttum suratıma. Yanımda olmasına bir iki adım kalmıştı. Gözlerime baktı.

“Günaydın. Aslında ne kadar günaydın olabilir ki? Dün gece çok içtim yine…” dedi.

Ben korktum. Ona söyleyebileceğim bütün kelimelerden korktum. Kelimeler ile oluşturacağım bütün kombinasyonlar yanlıştı sanki. Onun için daha öte bir şeyler yapmam lazımdı. Öncelikle şu şaşkın bakışı yüzümden atmalıydım. Çünkü o rastlantıları hayatın parçası olarak kucaklayacak kadar zengin, ben de rastlantılara mucize olarak bakacak kadar yoksuldum. Kafamı ona doğru kaldırdım. Çok güzel değildi. Saatlerce anlatacağım etli dudakları, mükemmel burnu ya da omuzları yoktu. Yalnızca o vardı. Gözlerinin içinden kırmızı damarlarını bana sergileyen, merakı yüzündeki yara lekesi ile besleyen ve olabildiğince siyah bir o vardı. En derininden bir iç çektim.

“İçtiğin gözlerinden belli. Şey… Nerdeydin, kaçta yattın?” diye sordum.
“Öyle takıldık salak salak yine. Bu aralar çok içiyorum. Kendimi kandırmak için bazen vişne soda içiyorum ama… Olmuyor. İçki yanlış olan her şeyi olumluyor. Ben de o kadar yanlış ve kusur içindeyim ki…”
“….”

Bir şey diyemedim. Ne diyebilirdim ki. Cümlelerini en iyi kitaplar seçip kuruyor olmalıydı. Mükemmeliği tanımlayan herkes bir de onunla tanışmalıydı. Evet mükemmeldi. Belki kendi şartları ona mükemmel gibi gelmiyordu. Ama ben o şartların içine dalmak ve orada yaşamak için her şeyden vazgeçebilirdim. Tek cümlesi ile beni kendine aşık edebilirdi. Etti de. Onunla oturup içebileceğim bir kahveyi düşündüm. Bana binlerce cümle kuracağını ve her cümlede ona biraz daha aşık olacağımı düşündüm. Sadece konuşmayı düşündüm. Çünkü onu öpmeyi, sarılmayı ve onunla sevişmeyi düşünemezdim. Hiçbir zaman olmayacak olmasından değil. Bunu hayal ettiğim an titreyen ellerimden korktum. Kadınlık adına hissedilen ne varsa; kıskançlık, tutku, ihtiras, hepsini ona karşı bir anda hissetmekten korktum. Ben onun yanında durup bütün bunları düşündüm. Kendimi sorgulama dünyasına öyle bir dalmıştım ki… Çıkışım yine ondaydı. Yanımda olması yerine uzakta olmasını terih ederdim. Ona uzaktan bakmak… Onu uzaktan okşamak o an daha iyi gelirdi. Kafamı kaldırdım. Kulaklıklarını takmıştı. Müzik ile beraberdi, benimle beraber değildi. Müzikten nefret ettim. Her birinde ayrı bir huzur olan o arsız notalardan nefret ettim. Müzik kadar ölümsüz olmak isterdim. Evet bravo. Şimdi de onu taktığı kulaklıktan kıskanıyordum. Kadınlık hislerime hiç vakit kaybetmeden yenilmiştim. Beni onun için özel kılacak bir şeyler bulmam lazımdı. Bir şeyler yapmam lazımdı. Düştüğüm bu düşünce çölünden kurtulmalıydım.

Otobüs birdenbire ani bir fren yaptı. Onun üzerine doğru ayağım kaydı. Kolunu tuttum. Evet onun kolunu tuttum. Ne kadar kaslı olduğu, ne kadar ince olduğu ya da ne olduğu benim için önemli değildi. Onundu! Düşüncelerimizdeki buluşamamışlığı bir kenara fırlatacak kadar benimdi. Kolu benimdi. O benimdi. Kolunu sıktım. Teni sıcacık değildi. Yumuşak değildi. Dedim ya, sadece onundu. Otobüsteki sallantı geçti. Koluna baktı. Bırakmıyordum. Elini elimin üzerine koydu.
“Sakin ol. Bir şey yok.” dedi.
Elimi çektim. Hayır hayır aslında ben elimi çekmedim. Elim kendini çekti. Yorulmuştu. Kasılmıştı.

İneceğim durağa geldik. Gözlerinin içine içine baktım. Gözler ile ilgili yazılmış bütün şarkıları tebrik ettim. Çünkü aşk gözdeydi. Gözlerim en parıltılı hallerini almak için kendilerini zorlarken, o bana sadece normal bir bakış attı. Herhangi birine atabileceği o bakışlardan birini attı bana. Gözlerim söndü. İndim.

Hayatımda havai fişeklerin patlama anlarını göremedim ben. Patlayıp düşerken çıkardıkları o cızırtılı seslere yetişebildim hep. Bu sefer onun gözlerinin önünde patlayan havai fişekleri o görmedi. Bana sönmüş cızırtılarla karşılık verdi.

Giden otobüsün arkasından bakmak tam olarak böyle omalıydı. O otobüsün içindeydi. Bir de benim içimde tabi ki. Benim içimdeki Can benden inmedi. Tutanabileceği bütün demirlerime daha da çok tutundu. İçime yapıştı. Içime yakıştı.


İşe gittim. Aklımda hep o vardı. Ne yapmak istesem aklımın bir köşesindeydi ve her şeyi onun gölgesinde yapıyordu. Nasıl ki aşağı doğru bakarken burnunu görüyorsa insanlar, ben de her saniye onu görüyordum. İlk müşteri dükkana geldi. Saat tam olarak 9:30’du ve bir tane limonlu dondurma istedi. Arda bana doğru bağırdı.
“Bir tane limonlu, hindistan cevizi soslu.”

Limonlu dondurma ve hindistan cevizi sosu. Daha kötü bir seçim olamazdı. Bu seçimi yapan pms gününde olan bir bayan olmalıydı. Bayanlar pms günlerinde hep böyle kötü seçimler yapardı. Bunun bir erkek yerine, dondurma olması da bu bayanın şanslı olduğunu gösteriyordu. Tüm bu teorik önyargılarımla mutfaktan çıktım. Kasaya doğru yürüdüm. Uzun kirpikli bir kadın ile göz göze geldim. Yanakları kırmızıydı, gözleri parlak parlak bakıyordu. İşte kesinlikle bir pms dönemi! Dondurmasını uzattım. Aldı ve çıktı. Ben de doğru bir tahmin yapmanın (ya da öyle sanmanın) keyfi ile soslarımı hazırlamaya koyuldum.

“Meow Wow” çalıştığım en iyi dondurmacıydı. Dondurma soslarımı yaparken kimse bana karışmıyordu. Hatta bir kere dondurmanın üzerine soslarla yaptığım bir ayıcık sayesinde zam bile almıştım. Aslında amacım doğum günleri için dondurmadan pasta tasarlayan bir dükkan açmaktı. Tabi bunun için gece gezmelerini ve elbise alışverişlerini bırakmam lazımdı.

Gün yine bitmek üzereydi. Kimse dondurmasının üzerine sos istememişti. Bütün gün boş boş oturmuştum. İşten çıkarken bahşiş kutusunun içine baktım. Bahşiş veren yoktu. Yani benim de akşam bir bira içmeye çıkma ihtimalim yoktu. Eve doğru yola koyuldum. Sabah bindiğim otobüsün aynısına bindim. Can ile geçen o korkunç diyaloğumuzun olduğu kapının önünde durdum. Belki onu görürüm diye işten çıkmadan önce makyajımı tazelemiştim. Tabi ki görmedim. Otobüsümden inip eve doğru yürüdüm.

Kapıdan girdiğimde sabahki beni buldum evde. Kararsız ve mutsuz. Yerde denenip, çıkarılmış elbiseler, iki kere ısırılıp bırakılmış marullu bir sandviç ve toplanmamış bir yatak. Canım çok sigara içmek istiyordu ama aç karnına çarpıntı yapar diye yakmadım. Zaten yapmak istediğim çoğu şeyi sadece korkumdan yapamaz olmuştum. Acaba ilk defa bilinçli olarak neden korktum diye düşündüm kendi kendime. Bana alınan ilk bisikletle extreme bir mutluluk duygusunu net bir biçimde hatırlıyordum. Ama korkularımı ya da mutsuzluklarımı asla hatırlayamıyordum. Sanırım bu da Tanrı’nın insanlara verdiği en iyi hediyenin bir parçasıydı. Yani “unutma”nın. Unutma kümesine bütün korkularınız toplanıyor. Tanrı da beyaz tavuklarınızı korumanız için size unutma adında bir korkuluk veriyor. Ve siz de bu materyallerle kötüleri unutmaya çalışıyorsunuz. İyi olanları da hep aklınızda tutmaya. Çünkü şu anı iyi kılmak için o eski “iyi günlere” ihtiyaç var. Çünkü bugün hiçbir zaman dünden iyi olmuyor. Bu yüzden aslında beni en çok yarınlar korkutuyor.

Telefon çalıyordu. O çalarken ben kimin arayabileceğini tahmin etmeye çalışıyordum. Annem olmalıydı, ya da Eda ya da Nazlı. Telefonu sesin sahibini öğrenmek istercesine açtım. Annemdi. Bana hayatımla ilgili kendimin asla cevap bulamadığım bir sürü soru sordu. Cevaplayamadığım soruları ona cevaplabiliyormuşum gibi gösterdim. Benim yanıt verebilmem onun çok hoşuna giderdi. Onun hayata getirdiği en iyi şey bendim. Benim başıma gelen en iyi şey de o.Onun mutlu olması için sonsuz kere yalan söyleyebilirdim. Çok aşık olduğumu ve bunun karşıklıklı aşk olduğunu bile… Günün kısa bir özetini geçtim

“Çok şanslıydım bugün. Kendimi bile sorgulama gereği duymadım. Can ile beraber gittik işe. Bir sürü müşteri vardı annecim. Dolayısıyla bir sürü bahşiş. Zaten hayalini kurduğum o dükkanı yakında açacağım.şans benim yanımda. Oley….”

Yalancı bir ben. Bana inanan bir ben. Anneme beni inandıran bir ben daha. Bütün yalanlarımın gerçek olmasını diledim o an.

***

Kahvelerimiz neredeyse bitiyordu. Eda ile manzarası olan sıcacık bir café’ye gitmiştik. Manzaranın hiç kullanılmadığı sert bir diyaloğa girmiştik. Zaten manzara, çiftler için romantikleştirici bir etmen, tekler için de çiftini aramak için romantikleşmeden başka bir şey değildi. Eda saçlarını yeni boyatmıştı. Yıllardır vazgeçmediği kendi renginden,boyaya kolay bir geçiş yapmıştı. Bu geçişin kolaylığında, depresyonun iteklemesinin etkisi tabi ki çok büyüktü. Kadınların depresyonunu geçirmek değil, ertelemek için kaçınılmazlar: makyaj malzemesi, kıyafet, saç boyası ve gece hayatıydı. Ruhlarını yenilemek yerine, bedenlerini yenileyen kadınlardan biriyle beraberdim. Evet Eda sapsarı saçları, abartılı makyajı ve yeni kıyafetleri ile karşımdaydı. Ama konuları ve problemleri aynıydı. Değişiklik olarak; sadece bir kaç kişi ona saçının ne kadar güzel olduğunu söylemişti. O da hayatının aşkını sarışın olarak aramaya devam ediyordu.

Kahvemi sonunda kadar içtim. Hiçbir şeyin sonunda bir yudum bile bırakmazdım. Arkamdan ağlar muhabbetinden değil. Her bıraktığım kahve ya da şarap yudumun arkasından ben ağlardım.


İstiklal’e çıktık. Bizi bu gece kucaklayacak barı seçmeye çalışıyorduk. Çoğu bar amele kaynadığından dolayı elendi. Biz de her hafta sonu gittiğimiz “Corn”da karar kıldık. İçeri hızlı bir giriş yaptık. Bar henüz boştu. Yakışıklı radarlarımızı açtık. Malesef kapsama alanımızda herhangi birini bulamadık. Ben bir şarap söyledim. Eda da bir bira. Yanımızda olmayan iki kişi şerefine içtik içkilerimizi. Bir çok da sigara içtik. Şarap ve bira ile beraber şuh bakışlarımız da arttı. Kalabalıklaşmıştı bar. Hatta bir iki hoş çocuk bile vardı. Bir tanesi ile göz göze geldim. Tatlıydı. Ama küçüktü. Tek gecelik olup olamayacağını kafamda tasarlamaya başladım. Çocukla seviştiğimi ve uyandığımda ne hissedeceğimi… Hoşuma gitmedi bu senaryo. Hemen bakışlarımı ondan alıp başka birine bakmaya başladım. Çocuğun elleri dikkatimi çekti. Parmakları nasır tutmuştu. Baterist olmalıydı. Bateristimin bana bakması için elimden gelen her şeyi yaptım. Dudaklarımı biraz daha dışarı çıkardım. Biraz kaymış olan sütyenimi düzelttim. Göğüslerime sürdüğüm simler parlıyordu. Gözünün göğüslerimle buluşması yeterliydi. Gerisi ona ve meme takıntısına kalmıştı. Eda da bendeki hareketlenmeyi fark etti. Bateristime doğru baktı ve bana “super” anlamında göz kırptı. Ben hiç usanmadan ve kafamı çevirmeden ona bakıyordum. Ne olursa olsun göz göze gelmeliydim. Çünkü benim başaramdığım hiçbir şey olamazdı. Ya da başarılarım yalnızca memelerini açarak bardan çocuk tavlamaktan ibaretti.

Yaklaşık on dakika sonra. Dik dik bakmalarım meyvesini verdi. Baterist sigarasından bir duman çekti ve bana doğru yaklaşmaya başladı. Ben bakışlarımı keskinleştirebildiğim kadar keskinleştirdim. Yanıma geldi. Göz gözeydik. Biraz daha bana baktı. Gözlerini kıstı. Hiçbir şey demeden beni öptü. Bu bir test öpücüğüydü. Ben de bunun farkındaydım. Öpücük uzun sürmedi. Kendi dudaklarını dudaklarımdan çekti. Gözlerime baktı. Kafasını iki yana salladı. Ve yerine döndü. İşte bu kadardı. Benim “O” olmadığımı anlaması sadece bir dakika sürmüştü. Şuh bakışlarım gözümden kayboldu. Eda bana yapmacık bir sırıtış ile
“Aman boşver be. Salaktı zaten belli” dedi.
Ama bir dakika. Bu senaryo böyle olmamalıydı. Asıl ben onu test etmeliydim. O beni test etti ve sevmedi. Ama daha benim hakkım vardı. Onun masasının yanına gittim. Kollarından tuttum. Sağımdan tanıdık bir ses “Tarık!” dedi. Döndüm. Gelen Can’dı. Evet, evet benim Can’ım. Can’a baktım. Bana anlamaz, kafası karışmış bir bakış atmasını bekledim. O tabi ki beni yanıltmalar üzerine kurulu dünyasında yine beni yanıltmadı.
Sadece “Gizem, Tarık… Siz tanışıyor musunuz ki?” dedi.
Hayır tanışmıyorduk. Bateristin adının Tarık olduğunu bile daha yeni öğrenmiştim.




Zihnimdeki Can’ı yenmek için çabalarımın sonucu daha kötü olamazdı. Benim tek istediğim Can’dan başkasına da ilgi duyabileceğimi, hatta onunla yatacağımı kendime kanıtlamaktı. Ama bu saçma düzen bana yine mükemmel bir kurgu ile geldi. Ne yapacağımı, söyleyeceğimi bilmemek kadar doğal bir tavır yoktu bu olayda. Daha günlük cümleler kuramazken Can’a, trikli büyük laflar etmeliydim. Yine laf öbekleri kafamda dönüp durdu. Hepsi saçmaydı.

Can’ın gözlerine baktım. Derin bir nefes almadım. Derin bir nefesin kurtarabileceği bir durum yoktu ortada.
“Şimdi tanıştık.” dedim.
“Tarık eksi arkadaşım benim. Çok severim. Neyse ben biraz bizim grubun yanına dönüyorum. Karşılaşırız.” dedi.

Evet yine onun için bu kadardı. Olayları olduğu gibi görüyor, kafasında asla nedenselliğe yer vermiyordu. Ardında bir şeyler aramak ile yakından uzaktan ilgisi yoktu. Ben de Tarığın yanından Eda’nın yanına döndüm. Tarık da yüzümdeki trajedi mimiklerine oldukça şaşırmış olmalıydı. Eda bana “neden bunlar hep bizim başımıza geliyor?” dedi. Ama ben yine şaşırmadım. Dediğim gibi, hayatın bana getirdiği lanetli dakikalara şaşırmayacak kadar meydan okuyordum hayata. Bir içki daha istedim. Bin içki daha istedim. Dünyanın bana çaktırmadan dönmesinden nefret ediyordum. Ben de bastım bünyeme içkiyi. Onun dönmesine yetişmeye çalıştım. Insanların yüzleri yoktu artık. Yanımda bir çocukla öpüşen Eda’yı da sadece kırmızı ayakkabılarından tanıyabiliyordum. Yapabildiğim tek şey duymaktı. Daha da duymaya çalışıyordum anlamsız kalabalığı. Insan sesleri ilen ölen müziği. Dans edemiyordum. Hareket ediyordum. Müzikle değil, insan kalabalığından çıkan uğultu ile dans ediyordum. Saçmaydım, basittim ve küçüktüm. Hatta yoktum. Kimse beni fark etmiyordu. O kadar kötü bir sarhoştum. O kadar uzaklaştırıcı bir bedendim. Sonra… Bir anda dansımı bıraktım. Can ile göz göze geldim. Bana bakıyordu. Bana bağırarak bakıyordu. Ben de ona bağırmalıydım. Duyurmalıydım kendimi. Tanıyamadığı bir benle kafasını doldurmasına izin vermemeliydim. Makas adımları ile sahneye koştum. Mikrofonu elime aldım. Solist durdu. Herkes durdu. Müzik durdu.
“Can! Caann!” diye bağırdım. Ve ağlamaya başladım. Mikrofona ağlıyordum. Can bana doğru gelmeye başladı. Sahnenin önünde ellerini açtı. Ben de ona kendimi bıraktım. Beni kucağında taşıdı. Bilincimin alkol tarafından öldürülmediğine o kadar sevinmiştim ki… Can’ın kucağındaydım ben. Gözyaşlarım onun omzuna akıyordu.






Beni dışarı çıkardı. Bir apartman kapısının önüne oturttu.
“Neyin var Gizem?”
“Sen varsın… Aslında yoksun. Hem sen ilk tanıştığımız günü de hatırlamıyorsun. Ben biliyorum. Çünkü ben yine çok içmiştim. Sen de tabi ki. Her zamanki gibi. Biliyor musun, ben o gece dolmuşta olmayabilirdim. Sen de İstanbul’a yeni gelmemiş ve Kadıköy’ü avcunun içi gibi biliyor olabilirdin. İşte sen o kadar insanın içinde Kadıköy dolmuşlarını bana sordun. Ben de Kadıköy’e gidiyordum. Anlıyor musun? Başka yere gitsem… Beraber gidemeyecektik. Sen benim telefonumu istemeyecektin. Ve ben şu an burda lanet bir biçimde senin için içki içiyor olmayacaktım. Hiç anlam çıkaramadın mı ya? Beraber dolmuşa bindik ve sen gözlerimin derinine baktın. Seni çok istedim… O kadar istedim ki ben de sana derinden karşılık verdim. Evine geldim. Sadece bir bakış için… Hiçbir şey tasarlamadan, kurmadan. Bilmeden geldim seni, sana geldim. Tek tenimle dokunmadım sana. Bir saattir gördüğüm birine aşk ile dokundum. Sen bana dokundun. Ve ben senin dokunduğun her noktama yüzlerce dokundum. Seni bulabilir miyim belki diye… Sen ne yaptın sonra? Unutalım dedin. Unutmak ha! Aşkı unutmak ha! Otobüste gördüm seni. Dokunduğumu bile hayal edemedim sana. Beni o kadar uzaklaştırmıştın ki… Evet ben koluna değdim otobüste. Ve gittim. O an sana gittim. Senden geri dönüşüm yok anlıyor musun? Demin Tarık beni öptü. Senin şu iyi arkadaşın. Beni sevmedi. Neden biliyor musun? Çünkü ben de seninle olan bir kadının ruhu var. Bende hala senin öpücüğün var. Başka biri öperken beni… Asla beni öpmüyor. Senli beni öpüyor. O yüzden sevmiyor beni. O yüzden işte… Bir daha gelmeyeceksen bana, git Can git benden. Nolur git. Yalvarıyorum sana. Aşk halim berbat benim. Korkunç. Bırak beni Can git benden ne olur git.”
“Gizem… Aşk halini görmeden tanımak zor bir insanı. Ben de seni şimdi tanıyorum.” dedi.

Ve ben kusmaya başladım. Aşkımı da kusmak çıkarmak isterdim. Ağlamam karşısında tek bir mimik oynatmayan bu adama doğru atmak isterdim. Kötü ruhtu bende onun aşkı. Sarıldı bana. Zaten ayakta duracak halde değildim. Baş aşağı duruyor gibi hissettim kendimi. Ters hissettim. Ihtiyacım olduğu için beni tuttuğunu biliyordum. Sadece onun için yanımdaydı. Onu ittim hemen. İstiklal’de koşmaya başladım. Ağlayarak, kusarak, acıyarak koşmaya başladım. Fazla değil, iki dakika sonra nefesim kesildi. Yere çömeldim. Gece geçmeyen tramvayların rayında oturuyordum. Başım döndü, ağlamaktan yorulan gözlerim kapandı. Ben kapandım…





Uyandım. Güneş yeni doğuyor ve gözümü ışıkları ile gıdıklıyordu. Sola doğru döndüm. Her gün hayallerimde gittiğim o evdeydim. Can’daydım. Bir ay önce yeni yerleştiği için Kadıköy minibüslerini bile bulamayan Can’ın Moda’daki evindeydim. Koltukta Can oturuyordu. Gözlerinden hiç uyumadığı belliydi. Ellerini kollarının altına koymuş, yüzüme bakıyordu.
“Günaydın… Sana bir taksi çağırayım.”
“Teşekkürler…”

Ne bekleyebilirdim ki. Güzel bir sabah kahvaltısını hak edecek mükemmel bir sevişmemiz olmamıştı. Gayet ince bir erkek modelinde beni eve getirmiş, bana dokunmamış ve sabah da eve gidebilmem için taksi çağırmıştı. Taksi kornası duydum. Yataktan kalktım. Göz pınarlarımda birikmiş siyah kalemlerimle beraber yola çıktım. Bana hoşçakal demedi. Görüşürüz hiç demedi. Merdivenlerden aşağı indim. Herkesi motive eden güneşli bir sabahın, beni eritmesini izledim. Taksiye bindim ve eve gittim.

***

Günlerden Pazar, mevsimlerden yaz, renklerden de koyu griydi. Evde tırnak etlerimi yiyiyordum. Çek keyifliydi. Bazılarını kanatıyordum. Acıyordu. Bu daha keyifliydi. Can ile bir anımız daha olmuştu. Onu hayal dışında mekan-ikleştirdeğim gerçek yerler olması çok iyiydi. Zaten artık üzülmekten sıkılmıştım. Abi Can’ın yatağında uyumuştum. Can da beni izlemişti. O yatakta bir kere daha yatacağımı asla tahmin edemezdim. Yapabileceğin bir şey kalmadığı anlarda, yaptıklarınla yetinmek en mantıklısıdır. Ben de sonuna kadar bu mantığa kendimi adapte edip üzülmeyecektim. Söz vermiştim.

Kapı çaldı. Benden iki ev ötede oturan Demet geldi. Belli ki anlatacak uzun ve trajik bir hikayesi vardı. Çünkü kahve, çikolata ve de alkol almıştı. Muhtemelen bir ayrılık hikayesiydi. Onu saatlerce dinleyebilirdim. Ben kendimi daha yeni iyileştirmiştim. Hem benimkinden kötü bir hikaye ise avunabilirdim. Annemin “hep kendinden kötüleri düşün.” teorisine de uymuş olurdum böylece. Demet mor koltuğa oturdu. “İyi misin?” dedim. Ağlamaya başladı. Günlük rutinimizde en çok sorduğumuz soru ona ağır gelmişti. Çünkü hiç iyi değildi. Biraz durdu ve anlatmaya başladı.

“Gizem. Bazen neyin var neyin yok veriyorsun. Hiçbir şeyin kalmasa da daha fazla nasıl kendimden verebilirim diye düşünüyorsun. Güya ilişkileri körükleyen sevgi de en yalanı. Verdiğinde karşılığını alma ihtimalin en düşük olan şey sevgi sanırım. Seviyorum.” dedi.


“Biliyorum seviyorsun. Sevmeyi durdurmanın bir yolunu bulabilsek keşke…” dedim.
“Öyle değil. Gizem… Bildiğimiz gibi değil. Başka bir şey bu. Bugüne kadar üstesinden geldiklerimizden farklı. Aslında benimki yalnız sevmek de değil. Sana söylemediğim bir şey var. Umut aldattı beni… Çok komik di mi? En iyi arkadaşımla. Ezgi ile görüşüyorlarmış. Bugün bana söylediler. Sabah ben canlarımla mükemmel bir kahvaltı edeceğim için çok mutluydum. Taksim’de buluştuk. İkisi beraber geldi. Bir anlam veremedim. Sürpriz falan zannettim. Doğum günüm de yaklaşıyor. Salak ben. Karşılarına oturttular beni. Aşık olduklarını söylediler. Peki dedim. Kalktım sana geldim. Ne diyebilirdim ki aşka? Nasıl aşkı incitebilirdim ki… Aşk karşısında boynum kıldan ince.” dedi.
“Şimdi ben doğru mu algılıyorum. Ezgi ve Umut… Nasıl ya? Bir kere daha NASIL YA!!!”dedim
“Hani her türlü olaya karşı mantıklı bir açıklamamız vardır ya bizim… Çevremizdeki kadınlara akıl verirken, en mantıklısını tak diye bulabiliriz ya… Bunda ne yapacağımızı bilmiyorum. Nasıl çözüleceğimi bilmiyorum. Aslında her kadın bence doğruyu bilerek geliyor dünyaya, ama doğruyu bile bile yanlışı yapıyor. Peki ben şimdi doğruyu biliyorum. Beraberler. Yanlışı nasıl yapacağım gizem. Ne olur anlat bana. Bana artık yanlışı öğret. Doğruyu yapabilecek gücüm yok.”
“Ben mutfakta bize kahve koyuyorum… Sakin canım, sakin… Neleri atlattık . Bunu da atlatırız merak etme.”

Kahve koyarken düşündüm kendi kendime.... Birbirini tanımak için içilen kahveleri düşündüm. Heyecanları körükleyen kafeini düşündüm. Kafeinin kardeşi nikotini düşündüm. Kahvelerin anlamlarını düşündüm. Demet’in bana baktığı binlerce Türk kahvesi falını. Faldaki her objeyi o anki hayat şartlarımıza uyarlamaya çalıştığımızı. Ve bulamadığımız bütün umutları o fallarda bulduğumuzu… İşte o yüzden en telvelisinden bir Türk kahvesi yaptım Demet’e. Hayatın ona vermediklerini vermek için. Umut olduğunu göstermek için. Demet içinse “Umut’tan” daha fazlası olduğunu göstermek için.

Kahvemizi yudumlarken gözyaşlarını izledim Demet’in. konuşmadım. Konuşmaktan çok gözyaşlarının iyileştirici özelliği olduğunu düşündüm o an onun için. Umut için ağlamıyordu Demet. Umut’u ağlıyordu. Belki bir süre sonra neye ağladığını bile bilmiyordu. Kahvesini ters çevirdi. Bunu yapmanın çok saçma olduğunu düşünerek çevirdi. Gözyaşları kurudu ve kahvesi de soğudu. Kahveyi elime aldım. Gözüme bir Umut’la bakıyordu. Başladım:
“Bir kız var. Ama yüzü yok. Yüzünü eskide bırakmış. Arkasında iki tane ay çiçeği var. Ay çiçeklerinin çekirdekleri yok. Çivileri var. İşte Demet. Sen güneşisin o ayçiçeklerinin. Demet ve Umut’un. Ne kadar yan yana olsalar da. Yüzleri hep sana bakacak. Ikisi de hep sana dönmeyi düşünecek. Ama sen güneşsin. O yüzden onları yakabilirsin. Senin onlarda zannettiğin güç sensin. İstersen onların lezzetli çekirdeklerini çivi yapabilirsin. Unutma sen güneşsin. Ve ışığını onlardan çektiğinde, asıl ihtiyacı olan bir ay çiçeğine vereceksin. Bir adam var Demet. Senin tanımlayarak tamamlayacak bir adam.”

Bazen ağlamak için iki evin arasından gözüken küçük bir deniz manzarası bile yeterlidir… Benim Demet’e sunduğum dünya ise onu ağlatmaktan çok daha öteye geçirmişti. Ellerine bakmaya başlamıştı. Kesintisiz bir biçimde bakıyordu. Göz yaşı damlatmadan ağlıyordu. Kitleniyordu. İşte bu da üzülmenin en güç haliydi. Susuz bir nehir olmak… Bir iki kere seslendim. Duymadı. Ellerini sorumlu tutuyordu bu durumdan. Evet saçmaydı. Ama “yapmak” deyince akla ilk “eller” geliyordu. O da Umut ve Ezgi’yi elleri ile yaptığını düşünüyordu. Onu izleyerek bunu anlıyordum. Ve bunu yalnızca bir kadın anlayabilirdi. Ellerini havaya doğru kaldırdı. Onlara bakmaya devam ediyordu. Gözünden bir damla süzüldü. Ve tüm gücüyle ellerini cam sehpaya vurdu. Ben üzerine doğru koştum. Onu yakalamaya çalıştım. Ama yakalanacak gibi değildi. Ben korku ile onu tutmaya çalışıyordum, o da beni hırsla savuruyordu. Tabi ki korku hırsı yenemezdi. Demet beni bir köşeye fırlattı. Ellerinden dökülen kanlar etrafa saçılıyordu. Ellerini duvarlara vuruyor, kendi elleri ile kendi ellerini dövüyordu. Sakinleşmesini beklemekten başka çarem yoktu. Odama gittim. Onu kendi alanında bıraktım. Bunu yaptığım için belki çok kötü bir arkadaştım. Birilerini çağırıp ona yardım etmem lazımdı. Ama kendini cezalandıran birine başkalarının yardım edemeyeceğini düşündüm. Odamda yatağıma oturdum. Anne ve babasının kavgasını dinleyen çocuklar gibiydim. Demet’in kendini kendinde bitirmesini bekliyordum. Ve sonunda bitti. Bağırma ve kırılma sesleri kesildi. Salona gittim. Yerde oturuyordu. Elleri berbat haldeydi. Onu yerden kaldırdım. Nöbetçi eczaneye götürdüm. Sonra da taksi ile evine bıraktım. Kendine daha fazla zarar vermeyeceğini biliyordum. Bu kadardı. Evine girdi. Yüzüme bakmadı. Çünkü bende bir saat önceki Demet’i görebilirdi. Ben de eve gittim. Salona girmedim. Kırık bir Pazartesi’ye başlayacaktım. Yattım. Uyuyamadım. Sonra bir ara dalmışım. En berbat elbiselerimi giyip işe doğru yola koyuldum.

İş günü. Bitiş günü. Müşterilerimiz sabahtan gelmeye başladı. Ama yoğun değildi. Soslarımı hazırladım. Çok bir s.o.s durumu da yoktu. Öğlen yemek yedim. Üzerine de bir tramisu. Beni mutlu etmesini, damarlarımda dolaşmasını bekledim. Olmadı. Öğleden sonra bir müşteri geldi. Dondurma pastası istedi. Çok sevindim. Erkek arkadaşının doğum günü varmış. Erkek arkadaşı da animelerden çok hoşlanırmış. Bu doğrultuda bir konsept üretmemi istedi. Ben de işe koyuldum. Önce frambuazlı bir taban oluşturdum pastada. Üzerine birer toptan, anime gözleri yaptım. Zaten gözleri olmasa animeler olmazdı. Biraz vanilya ve limon kullandım geri kalanı için. Güzel bir pasta oldu. Akşam kız almaya geldi. Pastayı gösterdim. Çok beğendi. Beni de akşamki doğum gününe davet etti. Elime bir kart tutuşturdu. Kullanmayacağımı bilerek o kartı aldım. Teşekkür ettim. İşten çıkıp eve gittim. Kapı çalındı ve Demet geldi. Bazı şeyleri düşünmek için “yalnız kalmamak” istemişti. Bir kahve yaptım ona, biraz da likör verdim. Ayıltıcı ve bayıltıcı etmenleri bir güzel harmanladım. Çok yorgundum. Demet de bir o kadar enerjikti. Dışarı çıkmak istiyordu. Kırmadım, kıramadım. Berbat giyindim. Demet ise süslendi. Ya da hayır. Süs zaten Demet’ti. Avize gibi oldu. Ama ona bunu söylemedim. Önemli olan kendini iyi hissetmesiydi. Dışarı çıktık. Once İstiklal’de bir iki tur attık. Potansiyel yakışıklıların olabilecek barları aradık. Sonra da “Syntha” adlı en sevdiğimiz bara daldık. Benim keyfim yoktu. Saçıma fön çektirmemiştim. Fönsüz de kendime güvensiz, cilvesiz bir kız oluyordum. Demet etrafa bakınıyordu. Herkese gülücükler, mavi boncuklar yolluyordu. Ben de sabah nasıl kalkıp işe gideceğimi düşünüyordum. Konuşmuyordum, sıkılmıştım. Biraz oturup kalktık. Parayı ödemek için cebimden ellilik çıkardım. O arada doğum günü partisinin davetiyesi cebimden düştü. Demet onu yerden aldı.

“ Tamam işte akşamın aktivitesini bulduk…Yeni yüzler, yeni çevre, oh oh yeni…” dedi.
“ Onu bana müşteri verdi biraz alakasız ama..”dedim.
“Yaa, iki sokak ötede nolur bak nolur.”

Kabul ettim. Evin önüne geldik. Kapıyı çaldık. Benim müşteri kız açtı. Boynuma sarıldı. Kafası oldukça güzeldi sanırım. Bizi hemen içeri alıp insanlarla tanıştırmaya başladı. Bir tane bile cilveli bakış atamadım. O kadar içim geçmişti. Zaten saçlarım da kıvırcıktı. Makyaj da yoktu suratımda. Berbattım. Demet hemen ortama uyum sağladı. İki tane çocukla tanıştı. Şeytan üçgeni şeklinde takılmaya başladılar. Ben de balkona çıktım. Şehire baktım. Bu şehre bakıp yazıılmış binlerce şiiri düşündüm. Kafamda bir kaç şiir yazmaya çalıştım. Ama İstanbul’u gözlerim kapalı dinleyemedim. İstanbul’u bu geceliğine anlayamadım. Yere oturdum ve sigaramı içmeye başladım. Yukarıdan bir tıkırtı geldi. Bir tane daha… Kafamı kaldırıp baktım. Adidas ayakkabılar gördüm. Ayakkabıların sahibi de bana baktı. Ayakkabıların sahibi, benim de sahibimdi. Can. Düşmemek için demirlere tutundum.
“Gizem. Aşağıdasın.” Dedi.
“E—ev—evet.” Diyebildim.
Kaderi yakaladığım yerde pataklayacaktım. Ben daha şoktan kurtulamamışken Demet içeri girdi. Benim buz kesmiş kütleme, bir de yukarı baktı.
Can’a, “Aşağıya gelsene parti var burda.” dedi.
“Olur, geliyorum…”dedi.
Bir dakika ya. Burada bir sürü soru ve sorun vardı. Neden Can ordaydı? Kimdeydi? Neden geliyordu? Demet nasıl buraya Can’ı çağırabiliyordu? Ve ben neden çıkmadan makyaj yapmamıştım? Aman Tanrım.

Can içeri geldi. Balkonma yanıma.
“Nasıl oldun?” dedi.
Ben tam kafamda yine sözcüklerle boğuşurken Demet geldi.
“Selam ben Demet. Gel içerde büyük parti var.” dedi.

Can’ı aldı ve gitti. Dans etmeye başladılar. On dakikadır dans ediyorlardı. Ben de olduğum yerde duruyordum. Yüzümde tek bir mimik bile oynamamıştı. Bu kırışıklıklarım için muhteşem, aklım için berbat bir durumdu. Can Demet’i belinden tuttu. Buna bir son vermeliydim. Demet’in bir suçu yoktu. Bilmiyordu. Demet’in yanına gittim. Can’a gülümsedim. Demet’in kulağına
“Bak bu Can. Hani sürekli sana anlattığım. Benim Can” dedim.
“Biliyorum söyledi demin.” dedi.

Balkona geri döndüm. Ne söylemişti ona. Sevgilimdi, arkadaşımdı… Ne demiş olabilirdi. Benim hakkımda söylediği tek bir şey bile benim için çok önemliydi. Başımı önüme eğdim. Düşünmemek için yalvardım yine. Kurmamak için. Ağlamak gözlerime hiç bu kadar yakın olmamıştı. Ağlamamın açlığını bastırması için bir damla akıttım. Kafamı kaldırdım. Can’ı öpüyordu Demet. Can Demet’i öpüyordu. Demet beni öpüyordu.

***

“Dümdüz yürü. İlk sağa dön. Yolun sonunda bir güvercin var. Bir şarkı söyleyecek seni görünce. Şarkısını duyunca ağla. Gözyaşlarından içir güvercine. Uçmasını sağla. Ona özgürlüğünü verebilirsen eğer, ruhun arınacak.”

Üç gündür aynı rüyayı görüyordum. Bir ses rüyamda bana sürekli aynı şeyi söylüyordu. Ben ise o güvercini bir türlü özgür kılamıyordum. Bilinç altım ve ben ayrı iki kişi olmuştuk artık. Aramızda kıyasıya bir çatışma vardı ve büyük bir çelişki. Karşılık vermediğim halde benle bu kadar çok konuşan ilk insandı. Genelde kişiler üçüncü cümleden sonra pes ederlerdi. Bilinçaltımı yok saymam ise, onu iyice azdırıyordu. Bana susamışlığı ile kalbime saldırıyordu. Yaşamak için tutunduğum son dallarımı en ilkel yöntemlerle yakıyordu. Uyumaktan korkuyordum. Düşüncelere dalmaktan, hayal kurmaktan, düşünmekten… Ona ortaya çıkabileceği bir alan vermekten…Sadece çalışmak istiyordum.

Bütün bu karmaşıklık ile işe gittim. Duvarları sarı olan dükkan bana ilk defa bu kadar çirkin bir sarı olarak görünmüştü. Tek istediğim çok çalışmaktı. Çalışmayı hayattaki amacım farz etmek. Aşık olmamak, mutlu olmamak, sevinmemek için yaratılmış olmak. Nedeni ararken umarsızca, cevabını çalışmak olarak bulmak. Çikolata sosu yapmaya koyuldum. Mükemmel olmalıydı. Çünkü amacım buydu. Toz şekerlerinin tanelerini bile sayı ile koyabilirdim. Yalnızca ve yalnızca amacımı bu yöne çekmek için. Müşteri geldi. Fındıklı dondurma istedi. Özel sos istemedi. Sinirlendim. İkinci müşteri geldi. O da sos istemedi. Hiçbiri ağzının tadını bilmiyordu. Hepsinin acelesi vardı. Sos alternatiflerini okumak ya da dinlemek istemiyorlardı. Ben de kimseyi görmek istemiyordum. Şişko patronumdan izin aldım. Eve gittim. Beni kurtaramayacak tek yere. Ev topluydu. Tek bir toz bile yoktu, temizdi. Ev için bir amacım yoktu. Bu amaçsızlık beni öldürüyordu. Yapmam gereken tek bir iş yoktu. Ben de elbise dolabımdaki bütün kıyafetleri indirdim. Sonra tshirtlerimi renklerine göre ayırdım. Hepsini katlayıp yerleştirdim. Bunu yapmak tam bir saat dört dakikamı almıştı. Mutfağa gidip bulaşık makinasına trip atarak bütün bulaşıkları elimde yıkadım. Global ısınmaya meydan okudum. Yapabildiğim kadar su ve elektrik israfı yaptım. Sıcaktan ölen bir kutup ayısına acıyamadım. Kutup ayısının ta kendisi olmak istedim. Beni saracak tüylerim olsun istedim. Bedenimi benden ayıracak her şeye evet diyebilirim. Çok yalnızdım, çok üzgündüm… Ve evet. Kabullenmeliydim artık. Can Demet’le dün gece yatmıştı. Her gece zihnimde benim yanımda uyuyan adam yakın bir arkadaşımla yatmıştı. Hayal etmek hiç bu kadar acı verici olmamıştı. Onu soymasını hayal ettim. İlk fantazimde daha romantik takıldırlar. İkincisinde ise daha vahşi. Hangisinin daha kötü olduğunu bilemedim. Evet belki sadece seksti. Benim Can ile yapamayacağım bir şey. Can benim için asla sadece seks olamazdı.

Lisede hatıra defterlerimize yazdığımız bir tümce vardı. “Ben seni bir dakika bile unutamazken, sen beni bir saniye bile düşünmüyorsun.” Bugün bu cümle geldi aklıma. Demek ki bir saniye Can’ı unuttum lise anılarıma dalmışken. Ama cümle aslında onunla bağlantılıydı. Evet onu bir saniye bile unutamıyordum. Yine de hayatın kötü süprizlerine karşı savunmasız değildim. İşkencenin dörtte üçü bitmiş gibi hissediyordum. Sırtımda derin yaralar açılmıştı, darbelerden gözlerim kapanmıştı ve vücudumu hissedemiyordum. Bir yerden sonra acımıyordu. Sadece içinde bulunulan durum üzüyordu. Ben de üzgündüm. Daha fazla acımıyordum. Nasıl her saniye nefes alıyorsam, her saniye acıyordum. Kontrollü bir hale gelmişti. Acımak benim için nefes almaktı. Acı benim için nefesti.

***
O gecenin üzerinden tam bir hafta geçti. Kendimi zihinsel rehabilitasyon merkezine koyduğum bir hafta. Demet ve Can konusunda daha fazla bilgi sahibi olduğum tamı tamına yedi gün. Can ve Demet beraber olmaya başlamışlardı. Bu çok tutkulu aşk, Can’ın Taksim’deki Demet’in evine yerleşmesi ile iyice mekan kazanmıştı. Zaman kazanmıştı. Anladım. Sadece seks değildi. Can Demet’in acısını sevmişti belki, trajik hikayesinden etkilenmişti. Benim gibi kapalı olmayışını, açık oluşunu sevmişti. Belki sevişmesinden aşık olmuştu ona. Ben Demet’in sevişmesini asla bilemezdim. O yüzden asla bir yargıda bulunamazdım. Demet’i sevgilisi ve en iyi arkadaşı aldatmıştı. O açıkta kalandı.üçüncü olandı. Anahtar ve kilidin yanındaki uymayan anahtardı. Karede uzun kalan ve karenin bir parçası olamayan beşinci kenardı. Alkışlayan iki ele bakan üçüncü bir eldi. Peki şu durumda ben neydim? Ben Demet’tim. Kendi yaşadığı her şeyi bana yaşatmıştı. Durumunu iyileştirmek için kendi yerine başkasını buldu. Oysa ben sadece o iyi olsun istemiştim. Iyi hissetsin… Bunları yargılamanın da çok anlamı yoktu. Kendini kurtarmak için insan, her türlü kötülüğü yapabilirdi. Bizim durumumuz da kötü bir lanet gibiydi. O lanetli yerde mutlaka birinin durması gerekiyordu. Demet ordayken, lanetini bana aşılayıp kendisini dışarı atmıştı. Ben de kilitli kalmıştım. Çıkış yolu da başka birine bu acıyı çektirmekse bunu yapmak istemiyordum. O lanetli yeri kendim alt edebilirdim. Bunun için başka birinin daha yaralanmasına gerek yoktu. İşte bu yüzden, ağlayıp, bağırmadım. Can’ı ya da Demet’i aramadım. Yaptığım tek şey uyumamaktı. Bana kararlarımın tam tersini yaptırmaya kalkan bilinçaltımla yüzleşemezdim. Saat çaldı. Gözlerimi kapadım. Bir saniye dinlendiler. İşe gitmek üzere kalktım.

Yakın arkadaş olma yolunda emin adımlar atarken arkadaşlarımın benimle ilgili en çok merak ettiği şey; bu değirmenin suyunun nereden geldiğiydi. Maaşım işimle doğru orantılı olarak çok azdı. Çok idealisttim. Bu yüzden bana daha iyi para getirecek bir iş yerine hayatımı soslara boğmaya karar vermiştim. Ancak maaşım, gece gezmeleri, pahalı yemekler ve alışveriş masraflarımı karşılayacak kadar çok değildi. Annem de iyi şartlarda yaşamam için babamdan kalan bütün parayı bana vermişti. Kendi hayatının sakinliğine inat benim tutkulu bir yaşam sürmemi istiyordu. Ona minnettardım. Hem de çok. O olmasa şu an olan ben asla olmazdı. İşte tam olarak bu yüzden iş çıkışı anneme gittim. Politik evinde onu ziyaret ettim. Kitapların arasında boğulmuştu yine. Annem bir kitabı okurken onunla savaşırdı. Savaşın bitmemesi için de elinden geleni yapardı. Her kitap onun için farklı bir dünyaydı. Ve o dünyaya alışma süreci kolay olmuyordu. Kitaptaki karakterleri benimsemek, anlamak, kendine karakterlerden bir tane kahraman seçmek. Ve o kahramanı tam olarak tanımlayamamışken kitabın bitmesi. Kitap ne kadar kalın olursa olsun biteceğini bilmesi… Ancak bu durum annemi hiç yıldırmadı. Aynı anda zevk almanın ve acı çekmenin tatminini de ondan iyi bilen biri olamazdı. İşte tam olarak bu yüzden anneme olanları anlattım. Sadece dinledi. Tek kelime etmedi. Ben ise bütün kaprislerimle anneme saldırdım. Hayattan nefret ettiğimi, yaşamak için anlam bulamadığımı ve en yakın zamanda bu işkencenin son bulmasını istediğimi söyledim.. Sonra bir de dedim ki; “Keşke beni doğrmasaydın anne!” dedim. Iki saniye geçti ve çok pişman oldum. Annemin gözünden iki damla yaş aktı. Ve bana:
“Sen geldiğinde ben de kendime geldim. Dünyaya dört gözümü açmış bakıyordum artık. Tek bedenim yoktu benim. İki bedenden oluyordum. Ve benden daha küçük olan o beden her şeyden değerliydi. Onun için yapamaycağım şey yoktu. Ona her zaman iyi bakmaya çalıştım. Güzel, iyi ne varsa onun olsun istedim. Karşılıksız sevdim. Her türlü emeği, sevgiyi verdim. Ve benim dünyadan sakınarak büyüttüğüm bebeğim, bedenim bana gelmiş yaşamak istemediğini söylüyor. Neden yavrum. Neden benim bir tanem? Senin hayatının değerinin ölçütü başkasının birbirine aşık olması mı? Kendini başkalarında mı tanımlıyorsun sen çocuk? Kendinde kendini bulamadın mı hala?”

“…..”

Hayata dair ne varsa nefret savuran ben bir anda sustum. Zaten dünyada insanları susturacak tek şey doğrulardır. Annem de bütün doğruları ile beni susturdu. İçimdeki şımarık kız çocuğuna bir tokat attı. Onu uyandırdı. Ben uyandım. Ben vardım. Demet ve Can’da vardı belki. Ama ben vardım. Yanımdaydım. Unutmamalıydım.

***

Günler haftaları, haftalar ayları kovalayamadı. Zaman çok zor geçiyordu. Sanki dev bir saatin, yelkovanı akrebini tutup ilerlemesini engelliyordu. Benim de iyileşme sürecim bu yüzden daha da yavaş geçiyordu. Ancak yaralarım kendi kendine iyileşemiyordu. Bir kedi gibi onları yalayaran “kendim” iyileştirmek durumundaydım. Ama bu beni yıldırmıyordu. Bazen duyduğun bir cümle hayatını değiştirebilir. Buna nedense inanamamıştım. Ama annemden gelen bir kaç hayat değiştiren cümlenin sonucunda, ben de değiştim. Evet Can ve Demet orada duruyorlardı. Aklımın bir köşesinden bana elele vererek gülümsüyorlardı. Fakat ben onlara bakmamayı, görmezden gelmeyi öğrenmiştim. Mutsuz olmalrını bile dilemiyordum. Öğrendiğim bir şey varsa bunca zaman, kimsenin mutsuzluğu sana mutluluk getirmiyordu. Anlık tatmin etmelerde kimsenin hayatını mükemmel yapamazdı. Bu yüzden kendim için bir şey yaptım. Can’a bir mektup yazdım.


Can…
Ben senin için ne değilsem, sen benim o’ydun. Gelecekle ilgili bütün mutlulukları fark etmeden senin üzerine yüklemişim ben. Senden yola çıkarak hayatımı kurmuşum. Ve bunu yalnızca 2 aydır tanıdığım ve asla sevgi sözcükleri kuramadığım bir adama yapmışım.

Tanıştığın her insan aslında, en başta senin için boş bir levhadır. Sen onun küçük detaylarından oluşturursun o kişinin benliğini. Bu yüzden karşındaki asla senden bağımsız var olamaz. Onu “o” yapan şey sensindir. Seni sen yapan da bendim. Biliyorum. Ama sana aşık oldum. Benim için harika bir boş levhaydın çünkü. Üzerinde her boyayı tutmayan, biraz nazlı, biraz da üçgen bir levha. Harika bir resim yaptım seninle. Ona da aşık oldum. Sanatçının zihinsel eseriydin sen. Benim eserimdin. Sanatçı eseri tamamlayınca, başka biri o esere baker. Eğer sanatçının esere bakarken hissettiğini hissedebilirse, o da aynı esere aşık olur. Tam da bundan dolayı, Demet sana aşık oldu. Benim sanat eserime.

Ama sen Demet’e aşık değilsin. Biraz daha üzerinde düşününce bunu biliyorum. Ama bana da asla aşık olamadın.
Bütün karşılıksız aşkların şerefine içtim ben seni. Hayatımdaki boşluğun yollarında senin sarhoşluğunla yürüyemedim. Bu yüzden belki her sarhoş olduğumda seni hatırlıyorum. İkinci kadehimde mutlaka çıkıyorsun karşıma. Bana benim olmadığını hatırlatıyorsun. Üzülmüyorum artık. Kendime çok alıştım. Başka boş bir levhayı tamamlayacak gücüm de yok. Durgunum. Küskün değilim ama. Yaşarım. Hissediyorum.

Yine de… Biraz da olsa seviyorum.


Mektubunu uzatabilirdim. Daha trajik yazabilirdim. Ama erkekler hiçbir zaman uzun yazıları anlayamazdı. Kısa kestim. Kafamda her şeyin tam olarak oturması için de mektubu Can’ın posta kutusuna atmöaya karar verdim.

Pazartesi öğleden sonra, Can’ın evde olmayacağı bir saatte ona gittim. Posta kutusunun karşısında durdum. Posta kutusu her gün onu görüyordu. Benden daha şanslıydı. Hayır böyle düşünmemeliydim… Motive olduğum ben olmaya devam etmeliydim. Mektubu yarısına kadar posta kutusuna soktum. Ellerim titredi. Atamadım. Vazgeçtim. Apartman kapısında dışarı doğru yürüdüm. Bir iki adım attım. Koşarak geri döndüm ve mektubu attım. Ağlamaya başladım. Sokakta ağlayarak koştum. Nefesim kesildi. Kaldırıma oturdum. Başımı kollarımın arasına aldım. Can’ı mektupta bıraktım. Kafamı kaldırdım. Karşı kaldırımdan Can ve Demet elele yürüyordu. Demet Can’ın omzuna kafasını koydu. Can da onu alnından öptü. Ben de kendi elimi ısırdım. Biraz kanadı. Sonra da öptüm. Sonra diğer elimi öptüm. Iki elimi de öptüm… Yarayı yaladım.

çocukken yenilen deterjanlar ve platonik aşklar

önünde mis gibi pişmiş köfte ve makarna. her çocuğunki gibi en sevdiğin yemek. köfteler minik minik anne tarafından kesilir. bir çatal makarna, iki parça köfte. ağızlarda, midelerde muhteşem bir festival. şirinleri görebilme imkanı. ama bir yanda da, o ilginç kutuda duran deterjan. tadı nasıldır acaba'nın dayanılmaz çekiciliği. hiç yenmemiş, hep yasaklanmış. rafların en üstüne itina ile kaldırılmış. evde yalnız bırakılınca "sakın dolapları karıştırma"nın altbilince yolladığı "yasak tatlıdır" mesajı.

önünde mis gibi sevgi. huzurlu ve tutarlı. her kadının en sevdiği ilişki. cicim ayları minik minik yaşanmış. kaşık ile tutku, kepçe ile sevgi. kalplerde muhteşem bir festival. dünyayı toz pembe görebilme imkanı. ama bir yanda da, o ilginç ve zor adam. onun tadı nasıldır acaba'nın dayanılmaz çekiciliği. hiç yaşanmamış, hep yasaklanmış. telefon defterinden ismi sırf aranmasın diye silinmiş. biraz yalnız hissedince de "sakın onu arama"nın altbilince yolladığı "yasak tatlıdır" mesajı.

zaman farklı, hikayeler aynı.

ama makarna ve köftenin tadı hep iyi,
deterjanınki ise yenilene kadar ilgi çekici.

bir kadın beyninin anatomisi

dur ya bir kahve içip ayılayım. ya da kahve içmesem mi, selülitler portakal kabuğundan çok ay kraterlerine döndü. çay içeğim en iyisi. ulan çayı da şekerli içiyorum. o küp şeker sıkıştırılmış sonuçta, kimbilir toza çevrilse ne kadar çok olur. diyet şekeri ile mi içsem? yok be diyet şekeri de zararlı diyorlar. çayı şekersiz içsem de çiğ patlıcan tadı bırakıyor ağızda. ben en iyisi su içeyim. suyun da tadı yok, ha içmişim ha içmemişim ne farkeder aman. soda mı içsem, mineral kafasına gelsem? yok sodayı yemekle içerim. yemekte kola yerine daha iyi. yemekte bir şey içmeyince de olmuyor be. gene dönüp dolaşıp su içmeye geliyorum. su ve sigara kadar da birbirine yakışmayan ikili olabilir mi? andy warhol'la edie sedgwick gibi maşallah. şimdi o zaman önermemi daraltayım, ne yapmak istiyorum? sigara içmek istiyorum, yanında sıcak bir şeyler. yeşil çay mı içsem? yeşil çay yerine de çimen yerim, hem japonları hem inekleri daha iyi anlarım, onlarla sinerji kurarım. bir bira mi içsem be, şöyle keyifli keyifli. yok lan, ayılayım diye yola çıktım bayılmayayım. bir bira acayip uyutuyor, iki birada da kafam güzel oluyor. şimdi öğlen öğlen kafam neden güzel olsun yani saçma. meyve suyu diyeceğim orası komple karanlık bir alan. vişne, elma, portakal, mandalina nasıl karar vereceğim? hem taze meyve suyu içmek lazım. dışardan mı söylesem? markette satılan sıkma meyve sularından da çok kıllanıyorum. nasıl %100 olur lan, sıkıyorlar bence. taze hiç değiller. ben en iyisi üniversite sınavında kullandığım "ilk akla gelen doğrudur"dan ilerleyeyim, kahve içeyim. hadi be yemek zamanı geldi. o zaman kahveye es vereyim, ne yemek yesem diye düşüneyim. şimdi öğlen et yersem...
ne olduğunu söylemem sana, ne olmadığını söyleyebilirim yalnızca.

şu an için gerçek ama yarın için değil. çakmak ateşi ama alev alev değil. bir anlık dalış ama hipnoz değil. birkaç kelime ama cümle değil. siyahların içinde kırmızı ama gri değil. ben ama hep ben değil. dış görünüşü fıstık kabuğu ama içi dolu değil. popüler olacak bir şarkı ama klasik değil. parmak hesabı ama abaküs değil. en iyi filmin dvd'si ama orjinal değil. sokaktan alınan simit ama lezzetli değil. çizgi filmlerdeki bir bulut ama beyaz değil. albümdeki bir fotoğraf ama yıllanmış değil. yakalanabilecek en iyi radyo frekansı ama net değil. ay ışığı ama dolunay değil. yeni yanmış kibrit kokusu ama taze değil. ibanez ama akorlu değil. tekil ama sonsuza kadar tek değil.

aşk bu değil...